Türkiye

NAVTEX SAVAŞLARI

Son günlerde o kadar hareketli ve hararetli bir gündemle karşı karşıyayız ki, her an gerek basın yayın organlarında gerekse sosyal medya da gelişmeleri takip etmek için insan üstü bir hıza çıkmak gerekiyor. Bir yandan terör odaklarına operasyonlar sürerken, öte tarafta komşumuz Yunanistan ve Mısır ile Doğu Akdeniz’de tırmanan bir gerilim yaşanıyor. Hal böyle olunca tarih üzerine özel bir ilgisi olan bu arkadaşınıza da birşeyler karalamak için fırsat doğuyor… Gelin tarih penceresinden de bakarak bugünkü olaylara biraz ışık tutmaya çalışalım…

DOĞU AKDENİZ

Biraz tarih bilgisi olan herkes, Türk ordusunun tarihte hep kara savaşlarında büyük başarılara imza atarken, deniz savaşlarında birkaç devşirme amiral dışında pek varlık göstermediğini bilir. 1. Dünya savaşına girilirken de bunun acısı çok ama çok kötü hissedilmiştir. Nitekim Trablusgarp ve 12 adalar mevzusu da yine işleyen bir donanmamız olmaması nedeniyle düğüm haline gelmiş ve sonunda İtalya’nın ellerine terk edilmek zorunda kalınmıştır. Hatta öyledir ki, Trablusgarp savaşı sırasında denizde gemimiz olmaması nedeniyle subaylarımız suriye üzerinden at sırtında Trablusgarp’a gitmek zorunda kalmıştır.
Türkler kara savaşlarında tarihin her döneminde üstün gelmiş bir askeri yapıya sahiptir. Bunu da tüm tarihçiler kabul ederler. Hem nizami hem de gayrı nizami harp teknikleri bakımından Türklerle baş edebilecek pek bir millet bulamazsınız. Peki karada bu kadar güçlü olan bir ordu ve imparatorluk, deniz de neden bu kadar vasat bir çizgide ilerlemiştir?
Bunun sebebi aslında basit. Türkler bozkır insanlarıdır ve denizle ilişkileri aslında Osmanlı’nın batı Anadolu üzerindeki hakimiyeti sonrasında başlamıştır. Bu sürece kadar bu bölgede yaşayan başta rumlar olmak üzere halklar, deniz ve denizcilik konusunda uzmanlaşmış, deniz’i hem geçim kaynağı olarak hem de üzerinde çeşitli vasıtalar ile savaşabilme yeteneği kazanarak kullanmışlardır. Hal böyle olunca da Osmanlı İmparatorluğunun konuyu çözmek adına bu milletlerden devşirdiği paşaları deniz üzeri fetihlere göndermekten başka çareleri kalmamıştır.
Buraya kadar anlattığım olumsuz durum sakın ola ki yanlış anlaşılmasın. Denizcilik konusunda geride kalmış olmamız ülkemiz çevresindeki karasularında hak sahibi olmadığımız anlamına gelmez.
Beni tanıyan, yazılarımı okuyan, sosyal medya da paylaştığım kısa ve uzun metrajlı yazılarımı takip edenler bilirler ki, ben mevcut hükümetin ideolojisi ile hiçbir noktada barışık bir insan değilimdir. Çünkü benim çizgim M.Kemal Atatürk’ün bu millet için çizdiği çizgidir. Bugün onu ve onun sayesinde elde ettiğimiz kazanımları itibarsızlaştırmak isteyen her türlü yaklaşımın tüm varlığımla karşısında durmaya devam edeceğim. Lakin bugün yaşadığımız olaylar, siyasi görüş ayrılıkları bir yana tek yumruk olmak zaruriyetinin hasıl olduğu olaylardır.
10 Ağustos 1920’de dönemin padişahı tarafından imzalanan Sevr anlaşması, bizleri orta anadolu ve karadeniz’in bir kısmına hapseden, hiçbir konuda söz sahibi olmayan ve olamayacak olan bir ülke haline getirmek üzerine kurulmuş bir haritayı da önümüze koyuyordu. Batı Anadolu Yunanistan’ın, Doğu Anadolu Ermenistan’ın, Güneydoğu Anadolu sözde Kürdistan’ın, ve kalan kısımda da bir miktar alanın bizlere verildiği bu harita Atatürk ve silah arkadaşlarının liderliğinde yürütülen Kurtuluş Savaşı sayesinde lağvedilmiştir. Yunanistan yaşadığı bozgun sonrası çekilmek zorunda kalarak misak-ı milli sınırlarımızı tanımak zorunda kalmıştır.

Bununla beraber Trablusgarp savaşı sırasında İtalya’nın işgali altında kalan 12 ada, İtalya tarafından Yunanistan’a devredilmiş ve bu şekilde tescil edilmiştir. Ama karıştırdığımız bir konu vardır ki, adalar denizinde neredeyse 3000 ada vardır ve bunların bir kısmı da karara bağlanmamış, yönetimi kimseye devredilmemiş Osmanlı adalarıdır.
Bugün ki hükümetin en büyük hatalarından biri de bu hiçbir anlaşma ile işaret edilmemiş adaları Yunanistan’ın eline terk etmesidir.
Gelelim bugünkü tartışmaların konusu olan doğu akdeniz gerilimine…

LİBYA ANLAŞMASI VE KITA SAHANLIKLARI GERÇEKLİĞİ

Emekli Tümamiral Doç. Dr. Cihat Yaycı, yıllar önce ortaya attığı tezle Türkiye’nin kıta sahanlığı haritasını çıkartmış ve bugün haklı olduğumuz konuların temelini atmıştır. Yunanistan ve GKRK (Güney Kıbrıs Rum Kesimi) akdeniz’e 1800 km kıyısı olan Türkiye’yi yok sayarak, tüm Akdenizin kendi hakimiyetinde olduğunu iddia etmiş, hem bizi hem de Kıbrıslı soydaşlarımızın haklarını gasp etmeye, bizi antalya körfezine hapsetmeye çalıştığı diplomatik ayak oyunlarını işletmeye başlamıştır. Bu durumu gören Türkiye Cumhuriyeti devleti ise, Yunanistan’ın bu oyununu boşa çıkartmak adına gidip hukuksal olarak alt yapısı sağlam olan bir anlaşma ile Libya ile münhasır ekonomik bölgelerini BM’ye bildirmiştir. Yunanistan’ın Akdeniz’de Lodos, Girit ve hemen Kaş ilçemizin dibindeki Meis adalarını öne sürerek tüm Akdeniz’de söz sahibi olma hayali ise yine kendisinin Adriyatik denizinde İtalya ile yaptığı anlaşmada çürümektedir. İlgili anlaşmada adaların kendi kıta sahanlığının olamayacağı gerek bu anlaşma, gerekse de uluslararası hukuk tarafından tescillenmiştir.
Libya şu anda uluslararası alanda Ulusal Mutabakat Hükümeti tarafından yönetilmektedir. Yer yer darbe girişimi yapmakta olan Hafter’e ait güçlerin sözü geçse de Türkiye’nin askeri gücü ile bu durum çok yakında değişecektir. Bu değişim sonrasında ise Türkiye – Libya münhasır ekonomik bölge anlaşması perçinlemiş olacaktır. Tabi bu gelişmeler karşısında Yunanistan da boş durmayarak Mısır ile anlaşmış. Sözde komşuymuş gibi göstermeye çalışmıştır. Sözde anlaşmanın haritasını incelediğinizde ise Türkiye ve Libya’nın karasularına tecavüz edildiğini, yaptığımız anlaşmanın saf dışı bırakılmak istendiğini farkediyoruz.

Kıta sahanlığı kuralları tüm uluslararası hukuk merceği altında belirlenmişken, Yunanistan – Mısır anlaşmasının bizim açımızdan da uluslararası hukuk açısından da bir geçerliliği tabii ki bulunmamaktadır. Hal böyle olunca 21 Temmuz’da ilk göreve çıkan oruç reis sismik araştırma gemisini Almanya’nın ricası üzerine geri çeken Türkiye Cumhuriyeti devleti, anlaşmanın ilanının hemen ardından gemiyi bu sefer ciddi bir askeri deniz gücü ile bölgeye tekrar yollayarak çalışmalara başlattı…

Bu noktadan sonra Yunanistan tarafından bize tanınan 23:00’a kadar kıta sahanlığını terketme çağrısı tabii ki her zamanki altı boş bir tehditten ileri gidemedi. Zaten gitmesini de kimse beklemesin. Nüfus olarak, askeri güç olarak ve tarihsel gerçeklik olarak karşımızda ezilmeye mahkum olan bu devlet, tehditten bir adım ilerisinde yok olmaya mahkum olduğunu pek tabidir ki farkında…

Sonuç olarak bu konuda söylenecek birkaç cümle daha kaldı. İçeride ne kadar karışık olursak olalım, dışarıdan gelecek her türlü tehditte boğazını sıkacak kadar hiddetli olduğumuz ülkedaşlarımızla tek yumruk olup tehdidi bertaraf etmek boynumuzun borcudur. Atatürk’ün bizlere emanet ettiği Cumhuriyeti ilelebet payidar kılmak için canla başla mücadele etmek, emaneti gururla sonraki kuşaklara ulaştırmak zorunluluğu bizim için onur, haysiyet ve şeref mevzusudur. Yolun açık olsun ORUÇ REİS!

Yaman

Her ne kadar Turizm ile uğraşsam da web teknolojileri ve tarih konuları benim için kırmızı çizgiler :) Araştırmadan, okumadan ve öğrenmeden duramıyorum. Tabii öğrendikçe de burada paylaşmaya çalışıyorum...

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu